Faysal'dan Faysal'a Dair

Alageyik

Şubat 1986

Çamardı otobüsünün şoförü, Niğde’den binmiş sırt çantalı iki yolcusunun seyahatinin nerede noktalanacağını bilmiş olmalı ki biz daha muavine uzanıp, “müsait bir yerde“ diyemeden Gıyasettin, ben ve çantalarımız kendimizi bir anda Demirkazık köyü yol ayrımında bulduk. Vakit akşamdı. Aladağlar’ın gökyüzünü yırtan silüeti koyu akşam karanlığında kendini silmiş ve suret değiştirmişti. Biz iki yolcu, koyu karanlıklar içinde küçük bir yıldız kadar uzak duran noktaya ulaşmak için yola koyulmuştuk. Söylene söylene hedefe doğru yol alıyorduk. Tempolu bir yürüyüşle Demirkazık köyünü hesabımızdan evvel katetmiştik. Şimdi eski dağ evinin pencerelerinden süzülen güçsüz ışık, artık daha güçlenmiş görünüyordu. Bu keyif verici manzara, yürüyüş ritmimizi daha da artırmış olmalı ki, artık nefes nefese kalmıştık. Bir an evvel orda olmalıydık.

Beklenen yolcular edasıyla kapıya yüklenip içeriye dalar dalmaz neye uğradığımı şaşırmıştım. Uğultulu kalabalığın sesi duyuluyordu. Tıka basa dolu bu mekanın sıcak ve nemli havası karşısında kendimi beyaz bir bulut içine atılmış da oradan bakıyormuş gibi hissettim. Şaşkın ve hareketsiz kalakalmıştım. Hiç bir işe yaramayan gözlüğümün burnumun üstünde olduğunu neyse ki kavramış ve vaziyete hakim olmuştum. İçeride tanımadığım onlarca insan vardı.

O kış Niğde’ye geliş amacımız çocuklara kros kayağı öğretmekti. Bu nedenden dolayı Ankara’dan Enerji Hoca’daki olanca kayak Niğde’ye taşınmıştı. İşte o akşam sobaya yakın bir masanın etrafında otururken tanımıştım Yücel AŞKIN’ı . O da Aladağlar’ın efsanevi ruhu Mümtaz Çankaya’nın daveti üzerine kalkıp Ankara’dan gelmişti. Geceyarılarına kadar süren sohbetler Türkiye’nin doğal hayatı, doğa sporları, hocanın deyimiyle ”müthiş” idealler üzerine yoğunlaşmıştı. Yücel Hoca’nın, sohbetin ilerleyen zamanında mağaracı olduğumu öğrendiğinde gözleri parlamış, orada bulunanlardan sanki biraz daha ayrıcalıklıymışım gibi bir duygu oluşuvermişti.

Daha sonra hiç ayrılmadım peşinden; uzun yürüyüşlerde yahut bir mağara araştırmasında önden gitmemi önerdiği durumlar dışında. Kah Dedegöl dağlarında mağara arardık, kah Köprüçay’ın derin kanyonlarının büyüleyen görüntüsüne dalardık, kah Tazı Kanyonu’nda tehlikeli bir aksiyonu idare ederken kanyonun duvarlarına aksayan sesini duyardık. Yücel Hoca’nın öğretim üyesi olduğu Ziraat Fakültesi artık doğa severler için bir mekan olmuştu. Bir etkinlik orda buluşulur, Yücel Hoca’nın odası neredeyse malzeme odası olmuştu. Her etkinlik dönüşü odasında noktalanırdı.

Ertesi yaz gençlerden oluşan büyük bir grupla Mağara Araştırma Derneği’nin öncülüğünde Mencilis ve Balatini Mağaraları’na düzenlediği eğitim kamplarına katılmıştık. Bir süre sonra mağaracılığa olan ilgisi, Yücel Hoca’yı Mağara Araştırma Derneği’nin başkanı yapmıştı. Ardından büyük bir öğrenci topluluğu araştırma için Toroslar’a yollanmıştı. Bir taraftan Hüseyingazi’de kaya tırmanışları devam ediyor, öte yandan Cimbar Vadisi’nde teorik eğitimler veriliyordu. Ankara’da hafta sonu bulunmak mümkün değildi artık. Onlarca genç bu sayede bir hobi sahibi olmuştu. Doğayla ve doğa sporlarıyla uğraşanların sayısı her geçen gün daha da artıyordu. Belki de bu sayede yaşamları boyu peşlerini bırakmayacak bir tutku oluşmuştu.

Bir keresinde sekiz kişiyle elinin arasından kayıp Güzeller zirvesinden buzul aşağı yuvarlanmıştık, neyse ki ufak yaralarla atlatmıştık kazayı. O gece çatık kaşlı ciddi bir Yücel Hoca oluvermişti. Ayrıca kimi zaman bir yaylada çobanlarla sohbet ederken, kimi zaman ise antik bir şehrin sütunları üzerinde tarih anlatırken görürdünüz. İlahi Yücel Hoca! Sandıklı’nın kaymağını, Ankara sitelerinde Çağ kebabını, Ankara’nın soğuk akşamlarında yediğimiz kokoreci seninle tattım.
-Hani hocadan!!

Kim bilir kaç genç bu etkinliklere modern deyimiyle BURSLU, o zamanki söylemiyle HOCADAN katılmıştır. Kaçkarlar’da eğer onlarca kişi yürüyüşteyse, başlarında kimin olduğunu bilmeyecek ne var? Yahut Küre ormanlarında bir grup mu kayıp, arama helikopterinde muhtemelen o oturuyordur. Türkiye Mağaraları belgeselinin çekimleri için yollardaydık. Yine otobüsün ön tarafına oturmuş dalgın ve düşünceliydi. Gün aşmış, gökyüzü dehşetli kızıl, bir şey sormak için yanına oturmuştum.
‘ Müthiş! Akşamlar ne hoyrat oluyor!’ dedi, ben de ‘bir de dostun bahçesine giren hoyrat var, hocam’ diyerek bir cevap vermiş oldum. Yücel Hoca ilgiyle bana döndü, ben de hemen ardını getirdim.

Dostun bahçesine bir hoyrat girmiş
Korudur hey benli dilber korudur
Gülü koparırken dalını kırmış
Kurudur hey benli dilber kurudur.

Dağlarda gezenin avcısı peşinde olur elbet . Bu kez avcı her zamankinden de hoyrat. Gülünü yolmak isterken dalını kırmakta.
Ve şimdi o sol koltuğunun altından isabet eden oku çekip çıkarmış.
Toroslar’a, serin mağaralara, sarı sarı çocukların koşturduğu Kaçkarlar’a hasret, dört duvar arasında beklemekte.

Bırakın onu,
o, dağlara, mağaralara,
sarı saçlı gülen çocuklara ait...

FAYSAL İLHAN